24.09.2016
Martiros Aşıkyan Ermeni Soykırımı'ndan sonra 1927’de Halep’te doğmuş. Onun anlattıklarına göre o bir gün bedeviye rasladı. Ermeni Çukuruya onlara eşlik eden bedevinin anlattıklarına göre türkler 40 bin Ermenileri canlı-canlı o çukura doldurup ateşe vermişler. Ben Martiros Aşıkyan, Ermeni Soykırımından sağ arta kalan ilk Ermeni muhacirlerin yayan yürüyerek Halep’e ulaşıp, yerleştikleri Halep Zeytunhan Kampı’ında 1927 yılında doğdum.
«...1948 yılında ‘Syrian Petroleum Company’de çalışıyor, Palmira yakınlarında Dallaa Çölü’nde petrol kuyusu kazıyorduk.
O kampta çalıştığım zaman, oranın Arap bekçisi su götürmeye gelirdi. Ben ve Yerçanik’in oğlu olan Zeytunlu Noraşkharyan Garnik, orada hep Arap giysili açık mavi gözlü, sarı saçlı küçük kızlar görürdük. Onlar gelip bizim nasıl çalıştığımıza bakarlardı.
Bir gün Arap bekçi o kızlara Arapça olarak ‘Utanmayın, yaklaşın! Bunlar sizin dayınız’ dedi.
Biz onlara ‘Anneleriniz nerede?’ diye sorduk. Ertesi gün onlar annelerini getirdiler. Zayıf, güzel yüzlü, saçları sarı, gözleri mavi, anca 40’ında bir kadındı.
Biz Arapça sorduk: ‘Sen Ermeni olduğunu nasıl hatırlıyorsun?’
-Sadece ekmeğe ‘hots’ (Zeytun Ermenicesiyle ‘hats’) ve suya ‘cör’ (Zeytun Ermenicesiyle ‘cur’) dediğimizi hatırlıyorum.
Biz onun konuştuğu Ermenice lehçeden Zeytunlu olduğunu anladık. Sorduk: ‘- Nerede yaşıyordunuz?’
- Bizim Zeytun’da Dzovk [Gölcük] vardı, vadiydi, içinde su vardı.
- Ebeveyninin adını hatırlıyor musun?
- Dovlatyan’dı. Biz onun Ermeni ve Zeytunlu olduğuna ikna olduk.
Daha sonra bizi Dakka’nın sağ tarafına Tıtmor Yolu’na doğru götürdüler; Dallaa adında bir saha vardı, orayı da kazdık. Sonra bizi Jezire taraflarına götürdüler.
1950’de İngilizler oraya bir kamp kurdular ve bizi Cebel Sinjar’a ulaşmadan Habur nehrinin 45-50 mil Doğu tarafına Irak sınırına yakın bir yere naklettiler. Buranın bir kısmı Irak, bir kısmı da Suriye içinde. Kampımızın adı ‘Hunahueziye’ idi. Her gün oraya petrol kuyusu açmaya gidiyorduk. İngiliz SPC firması bize öğle yemeği getirirdi. Biz yer, karnımızı doyurur, kalanı da yesinler diye çoban bedevileri çağırırdık. Onlar Arap çingenelerdi; o aşirete Jabburi derlerdi. Biz onları dilleriyle şöyle çağırırdık: ‘Yauel henhen ho ho! (Buraya gelin).’
Bir gün bir Arap çoban geldi; bıraktığımız yemekleri yemeye başladı. Biz sorduk:
- Koyunların nerede?
- Buraya çok yakınlar - dedi - Koyunlarım Uara Nugrıt el Arman’ın (Arapça - Ermeni Çukuru) arka tarafında.
Biz meraklanıp - Bize orayı göster - dedik.
Ben ve arkadaşım, Arapla beraber gittik. Çalıştığımız yerden yaklaşık bir mil uzaklıkta, Jısır Şeddadiye, Habur nehri üzerinde, Irak’a götüren köprü üzerinde, Çibisi derlerdi, zira zamanında Almanlar petrol çıkarmak için kazmış, fakat İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya yenildi; onlar işi yarım bırakıp gitmişlerdi. Onların yarım bıraktığı işi biz devam ettik.
Biz iki kişiyle, el feneriyle, gittik; karanlık bir mağara olduğunu gördük. Ben beraberimde bir torba almıştım.
Arap bize ‘Biz hep bu mağaraya girer, altın bilezik, diş, başka ziynetler bulur, dışarı çıkarız’ dedi.
Öyle ki biz 50-60 metre daha içeri gittik; 10-15 metre çapında bir çukurdu. Bir tarafı Habur nehrine doğru devam eden bir mağara idi.
Arap bize şöyle dedi: ‘Der Zor’dan mucizeyle kurtulmuş yaklaşık 40 bin Ermeniyi, 70-80 mil çölün sıcak kumları üzerinde susuz yürüterek, eziyet ederek buraya kadar ulaştırmışlar. Der Zor’dan sonra 50-60 mil Kuzeydoğuya doğru çöldür, su yok, ekili alan yok. Oralardan da zavallıları yayan yürüterek, kemikleşmiş haldeki bedenleriyle o Ermenileri Jısır Şeddadiye çukuruna içine getirmişler; çukurun bir tarafından Habur nehrinin yanından mağara başlar, Güneybatı tarafına doğru mağaranın çıkışında Habur nehri o çukurun ucuyla birleşir’.
O çukur 7-8 mil uzunluğunda bir mağaradır. Ermenileri canlı-canlı o çukura doldurmuşlar. Bize eşlik eden bedevi şöyle dedi: ‘Ben şimdi 65 yaşındayım ve Türk zabitlerin nasıl çalı, ağaç dalları getirip doldurup ateşe verdiklerini gözlerimle gördüğümü iyi hatırlıyorum ‘arbayn elf nafar’ (Arapça - 40 bin insan)’.
Biz el fenerimizin ışığı ve torbayla içeri girdik. Yaklaşık 200 feet [ayak] içeri gittik. Ayaklarımızın altında ayak-el kemikleri, kafatasları vardı. Kemikleri torba içine toplamaya başladık. El fenerimizin ışığı azaldı, daha fazla ilerleyemedik ve sonunda girintili çıkıntılı, karanlık, anca el yordamıyla düşe kalka, sonunda bir ışık zerresi göründü. Allah’ın bize küçük bir ışık göstermesine ve bizi günışığına çıkartmasına sevindik. Ben ‘Göklerdeki Babamız’[duasını - ç.n.]ı söyledim, mağaranın önüne büyük bir haç çizdim. Torbayla kemikleri götürüp, yatağımın altına sakladım. Benim o kemiklerle dolu torbayı kiliseye vermem gerekirdi. Fakat o zaman gençtim, ne yapacağımı bilmiyordum, götürüp ölen kız kardeşimin mezarına gömdüm.
Sonra, Halep’e gittiğimde Zeytunhan’daki muhitimizdeki insanlara anlattım. Hepsi dinlediler ve birisi şöyle dedi: ‘Ben o çukurdaki mağaradan sağ çıktım, cesetlerin altından çıktım, zira gelen yağmur suları çukurun içine dolmuş ve Habur nehrine doğru akmaktaydılar. Muhacirlik eziyetleri sonunda anca kuru kemik kalmış, yolda aç-susuz yürüyerek sağ kalan yetişkin olmayan küçükleri Türkler, o mağaraya doldurup ateşe verdiler’.»
VERJINE SVAZLIAN. Ermeni Soykırımı: Hayatta kalang görgü tanıklarının anlattıkları, 383, EC UBA ‘’GITUTYUN’’BASIMEVI, IKINCI BASKI, ERIVAN, 2013, S. 822-823.