BÖLÜM 1
Avustralya’ya ait Mary-Teresa gemisi ile Larnaka’dan İskenderiye’ye doğru Kıbrıs’tan beri tanıdığım Kilikyalı H.Ş ile yolculuk ediyordum. Bu arkadaşımın Türklerin yaptığı zalimlikleri duymaktan hatta bazen de görmekten dolayı edindiğin belirli psikolojik sorunları vardı. Kendisini Türk askeri için bulunmaz bir “av” olarak görüyordu. Yabancıları hatta bazen iyi tanıdığı insanları dahi Kıbrıs’a onu tutuklamak emri ile gelmiş kararlı casuslar olarak görüyordu. Aslında kendisinin devrimle yakından ya da uzaktan ilgisi hiçbir zaman olmamıştı. Bazen arkadaşlarıyla gezerken, ya da tanıdıklarıyla dolaşırken birden yerinden fırlayıp kaçtığı oluyordu, çünkü böyle anlarda ortalıktaki insanlardan birinin yüzü ona şüpheli gözüküyordu. Sanki sadece kendisi için var olan casusların casusluğunu yapıyordu.
Gemimiz Beyrut’a doğru yola çıktığında, Kıbrıs dağları bulutlarla kucaklaşmış gibi görünüyorlardı. H.Ş bana daha önce Larnaka’da görmüş olduğumuz, Port-Sait’e koyunlar ve inekler götüren iki çobanı göstererek “ Bunlar hiç güvenilir insanlar değiller” dedi.
Fikrini değiştirmeye çalışmak için, ona bu insanların dünyanın en güvenilmez insanları bile olsalar ona geminin içinde bir şey yapmayacaklarını, dahası onun herhangi bir Türk limanında inmeye mecbur olmadığına göre güvende olacağını ve dolayısıyla korkması için hiçbir sebep olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Tüm bunları anlatırken, bir taraftan da çabalarımın boşuna olduğunu hissediyordum.
Yaşadığımız bir olay H.Ş’nin korkusunun sınırlarını zorladı. Aynı gece Mary-Teresa henüz Beyrut yakınlarına yeni demir atmıştı ki, yaklaşık 10 kadar polis gemiye çıktılar. Arkadaşımın titreyerek kolumu tuttuğunu hissederken bir taraftan da dişlerinin gıcırtısını duyuyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de telaşlanmıştım. O an, Konstantinopolis yakınlarında yabancı gemilerde kaçaklar aradığını hatırladım. Polisler yarım saat sonra gemiyi terk ederken yanlarında İzmir’den kaçmış eski bir suçluyu da götürüyorlardı. Beyrut valisi bu konu hakkında telgraf almıştı.
Sözü edilen limanda yirmi dört saat kaldık. Tüm bu zaman diliminde H.Ş hiç ortalıklara çıkmadı, bir köşede hiçbir şey yemeden iki büklüm oturdu ve durmadan sadece su içti. Büyükçe açtığı gözleri, alışılagelmişin dışında tuhaf bir şekilde ışıldıyordu, sesi hırıltılıydı.
Gemimiz beş saat sonra Yafaya doğru yol almıştı ki, H.Ş beni elimden çekerek bir köşeye çekti ve şöyle dedi.
- Telgrafı gördün mü?
- Hangi telgrafı?
- Kaptana gönderilen…
- Ne zaman?
- Şimdi, biraz önce kaptana verdiler.
Mors telgraf sistemi henüz icat edilmediğinden dolayı onun korkmuş yüzüne baktım. Gözleri büyümüş, yanakları kızarmıştı. Sesi bir inip bir yükseliyordu, dudakları çatlamıştı, harap olmuş haldeydi.
- Ne yazıyordu telgrafta, diye sordum.
- Kaptan beni asmak, denize atmak ya da Port-Sait’teki polislere teslim etmek için emir aldı.
H.Ş çıldırmıştı. Anlaşılmaz bir şekilde kafam karışmıştı. Bahriyelilerden birine ona göz-kulak olmasını isteyip, gemiye binerken gördüğüm ama henüz sohbet etmeye fırsat bulamadığım Suriyeli dostumu aramaya başladım.
Alfred P. büyük bir mağazada çalışıyor ve tüm dünyayı geziyordu. Tüm Fransızlar gibi eğlenceliydi ama onları çoğu gibi asla yarım akıllı değildi. En iyi özelliği kuşkusuz doğrucu ve açık sözlü olmasıydı. Hiç bir şey saklamadan, sözü döndürüp dolaştırmadan olanca gerçekliğiyle anlatırdı.
Onu bulduğumda yanında iki genç bayan ve bir kadın vardı, onlara açık denizde yolculuk etmenin ne kadar muhteşem olduğunu anlatmakla meşguldü.
Ona arkadaşımın durumundan bahsettim.
- Bir doktora göründü mü, diye sordu.
- Hayır.
- Bence bir doktora götürülse iyi olur, bırak ki bu insanların ne kadar uzman oldukları konusunda emin değilim ama bence yine de alışılagelmişi yapalım ve sorumluluktan kaçmayalım.
Doktor hastayı muayene ettikten sonra şöyle dedi:
- Sinirleri son derece bozulmuş, dikkatli olun daha da kötüye gitmesin. Arada bir alacağı duşlar onu rahatlatabilir ama ters etki de yapabilir. Demek istediğim ona ilgi gösterin, bunun dışında önerebileceğim bir şey yok.
- Ben sana bir şey diyeyim mi, diye araya girdi Alfred P., daha önce de dediğim gibi bu tip acıları ilaçlarla dindirmeye çalışıyorlar, oysa bu adam yersiz, salakça ve gerçek olmayan bir korkunun kurbanı. Eğer ben ona yaşadığı korkudan daha büyük, korkunç ve gerçek bir korku yaşatırsam belki de şokun etkisiyle iyileşebilir. Sonuçta bir şey kaybetmeyiz.
- Bu öneriyi siz nasıl buldunuz acaba, diye sordum Doktor Bey’e.
- Çok yersiz olduğunu düşünmüyorum, geçmişte şokun etkisiyle iyileşen çok hastalar gördüm, eğer izin verirseniz ben de bu olayı görmeyi arzu ederim, diye cevap verdi.
- Bize o şerefi bağışlar mısınız, dedi Alfred P. O zaman ben de minnettarlığımı kanıtlamak için şu hanımı ve genç bayanları da davet etmek isterim. İyi kalpli insanların ve temiz kalplerin varlığı ve etkileri bu dünyada birçok mucizenin gerçek olmasına yardım ettiler.
- Kadınlar hep mucizeler yaratır, dedi Doktor gülümseyerek.
Öyleyse deneyelim ve umalım ki sizin önerdiğiniz bu tedavi olumlu yanıt versin, dedi kadın koltuğunda otururken, bir taraftan da arkadaşlarını olduğu yere davet etti.
- Bay H.Ş., lütfen dinleyin, size olan sevgim sebebiyle size ve diğer dinleyicilere bu olayı anlatacağım, diye sözüne başladı Alfred P.
BÖLÜM 2
“ Ermeni katliamının olduğu sene bir Türk ile bazı işleri halletmek için Urfa’ya gitmiştim. Bu arkadaşa bundan sonra Abdullah diyeceğim. Abdullah önceleri çok iyi çalışıyordu ama birkaç ay sonra mağaza ile ilgili mektuplara cevap vermemeye başladı.
Şehirde yapılan mezalimler sona ermişti. Türk ve Dünya Basını şehirde artık her şeyin normale döndüğüne ait haberler yayınlıyorlardı. İkinci bir katliamın olması söz konusu değilmiş gibi gözüküyordu. Beyrut’tan ayrılmadan önce Konsolos ile bir görüşme yaparak, artık herhangi bir olay olmayacağına dair emin olmuştum.
1895 senesinin aralık ayının sekizinde, bir Cuma akşamüstü Urfa’ya vardım. Ermeni mahallerinden birine çok bir yakın yerde geceledim. Diğer sabah Abdullah ile buluştum, beni çok iyi karşıladı, ama bir taraftan da kendisi için senetleri ödemesinin çok zor, hatta imkânsız olduğunu anlattı. Çünkü her zaman Türkler ile maddi ilişkilerde çok hassas ve düzenli olan Hıristiyanlar, son zamanlardaki olaylardan ve katliamların tekrar başlamasından korktuklarından dolayı evlerinden çıkmıyorlar ve ticari işlerini takip edemiyorlardı.
Söyledikleri yalan değildi, hatta tüm Hıristiyanların talan edildiğini, şu anda hiçbir şeylerinin kalmadığını, hatta kalanların bile, tüm varlıklarını çok korunaklı yerlere sakladıklarını ve olayların tam olarak bittiğine kanaat getirinceye dek, onları yerlerinden çıkarmayacaklarını söylese de yalan olmazdı.
Daha önce de söylediğim gibi kaldığım yer Ermeni mahallesine çok yakındı, bu sebepten dolayı odamın camından baktığınızda bu perişan olmuş halkın hayatına tanık olabiliyordunuz. Bu zavallılar, aç ve susuz kaldıkları içi, yarı çıplak bir vaziyette sürünerek evlerinden çıkmayı göze alabiliyorlardı. Eve yaralanmadan ya da dayak yemeden döndüklerinde kendilerini şanslı hissediyorlardı. Evden çıkma zorunluluğu her geçen gün da daha da mecburi bir hal alıyordu. Depo edilmiş yiyecekler ve evdeki eşyalar 16 Ekim’deki olaylardan sonra talan edilip, yok edilmişlerdi. Ermenilerin büyük bir kısmı neredeyse çıplak kalmışlardı. Kadınlar, erkekler, genç kızlar, çocuklar param parça olmuş pejmürde kıyafetler giyiyorlardı. Bu kıyafetler büyük ihtimalle hırsızlar tarafından çalınmış ve bir işe yaramayacakları düşüncesiyle bir tarafa atılmıştılar. Bu zavallılar şimdi o kıyafetleri çıplaklıklarından örtünmek, şu ya da bu şekilde soğuktan korunabilmek için kullanıyorlardı. Hepsi zayıf ve hastaydılar, çektikleri acılar ve korkular sanki silinmemek üzere ölümcül yüzlerine damgalanmıştı.
Urfa’ya gelişimin üçüncü gününün sabahı çok erken saatte aniden uyandım. Kulağıma hıçkırık sesleri geliyordu. Pencereyi açtığımda, hiç kimsenin daha önce görmüş olabileceğini sanmadığım çok korkunç ve yürek parçalayan bir manzaraya şahit oldum. Yırtık-pırtık kumaşlara sarılmış ufak-tefek bir genç kadın kapının önünde dizlerinin üzerine düşmüştü. Biraz ötede sokakta, toprağın üzerinde yaşlı bir kadının ve bir bebeğin cansız bedeni yatıyordu. Genç kadın annesinin ve bebeğinin cesetlerine bakarak, serzenişini daha fazla saklayamayıp, kafasını taşlara vurmaya ve saçlarını yolmaya başladı. Daha sonra bu zavallı insanların soğuktan ve diğer kötü şartlardan dolayı öldüğünü öğrendim. Bu zavallılar iki gün önce ölmüşlerdi ve ne yazık ki yalnız genç kadın onları evin içinde tutmaya mecbur kalmıştı. İlk katliam sonucu kadın, babasını kocasını ve iki oğlunu kaybetmişti. Kızı Hamidiyelilerin ellerine düşmüş ve ondan bir daha haber alınamamıştı.
Ben o zavallı kadına zorlanarak bakıyordum, Hıristiyan inancına göre ona “Dertli Ana” denebilirdi. Sokak sessizdi, ortalıkta kimseler gözükmüyordu. Fakat o kocaman aileden geriye kalan zavallı kadının acısına ortak olabilmek için sokağa çıkmaya cesaret edemiyordum, çünkü ortalıkta iç karartan söylentiler dolaşıyordu. Yakında gerçekleşecek yeni bir saldırının haberleri geride kalanları rahat bırakmıyordu.
Genç kadın, sevdiklerinin taşlaşmış bedenlerine uzun ve iç acıtan öpücükler kondururken, ayak sesleri duydu ve içeri girdi. Evin kapısı yeni kapanmıştı ki, hangi delikten çıktıklarını anlamadığım aç bir köpek sürüsü cesetlerin üzerlerine üşüştüler. Aniden ellerimle gözlerimi, kapattım.
Az sonra tekrar baktığımda, bu insanların cesetlerinden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sadece birkaç köpek çenelerini yalıyor bazıları ise hala kemikleri kemiriyorlardı…
Anlaşılan bu hayvanlar bu tür ziyafetlere alışkındılar.
BÖLÜM 3
Aynı gün, hükümet en ağır tehditleri savurarak Hıristiyanlara dükkânlarını açmaları için tellallar aracılığıyla emir verdi. Aynı Hükümet bir taraftan da kalan Ermeni önde gelenlerini gözaltında tutuyor ve onlara da farklı tehditler savuruyordu. Tüm bunları yaparken de, uygulamaların olası bir karışıklık ya da başkaldırıya önlem olduğunu söylüyordu. Dahası Ermenilere güven verebilmek için birkaç Türk getirerek onlara Ermenilere huzur içinde yaşamalarını öğütledi. Tüm bu olaylar olurken Ermeniler ve Türkler kucaklaşıyorlardı. Hatta Ermeniler her zaman olduğu gibi şaşırtacak bir saflıkla bu güzel olayın haberini diğerlerine anlatmak için can atıyorlardı. O gün birkaç dükkân açıldı. Hatta mecbur olmadıkları halde dışarı çıkan Ermeniler de oldular.
Pazartesi günü, hükümet barışı korumak kisvesi altında Ermenilerin elinde kalan son bıçak ve farklı tip silah yerine geçebilecek aletleri topladı. Zavallılar bu sefer kelimenin tam anlamıyla korunmasızdılar, ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Polisler evlere baskınlar yapıyor ve ne bulurlarsa topluyorlardı. Hala anlamadığım bir şey de silah ve ya benzeri herhangi bir şey bulamadıkları zamanlarda beş altın değerinde ceza kesiyor olmalarıydı. Bu cezayı ödeyemeyen ev sahipleri hapse atılıyorlardı, hapse atılan beylerin hanımlarını ise onlara bakılması için mollaların ya da imamların evlerine yolluyorlardı. Bu ceza ücretini veremeyenlerin sayıları çoğaldığında, Hükümet emri değiştirdi. Artık insanlar tutuklanmamaya, tutuklular ise serbest bırakılmaya başlandı.
BÖLÜM 6
O gün de olaysız geçti ve Ermeniler için mutlu bir gün oldu.
Salı günü açık dükkânların sayısında artış oldu ve az da olsa alışveriş yapıldı. Halk bir nebze de olsa nefes almış oldu ve ilerde daha güzel günlerin geleceği kanısına kapıldı. Bana tuhaf gelen olayların biri de, Türklerin özellikle yaşlı Türklerin Ermenilere olan küçük çaplı borçlarını ödemede acele etmeleriydi.
O gün Ermeni papazlar dört ölüyü taşlanmadan mezarlığa getirebildiler, bu cesetler 30 saate yakın evlerde saklanmışlardı. Bir saatçiden tüm ailesini kaybeden ufak tefek kadının hikâyesinin ayrıntılarını öğrenmiştim. Saatçi bana bunun dışında bu olaylar süresince her evde can kaybı yaşandığını söyledi. Her aile öldürülen veya kaybolan en az bir yakını için yas tutuyordu. Ailesinden beş altı kişi öldürülenlerin sayısı da az değildi. Katliamdan sonra, Türkler kendi inançları gereği, cesetleri toplamayı kabaca reddediyorlardı. Bu cesetler ya köpeklere yem oluyorlardı, ya da Yahudilerin yoluyla şehirden çıkarılıyor ve kurt köpeklerinin pençeleri arasında parçalanmak üzere çukurlara atılıyorlardı. Bir sürü kadın ve bakire kirletildiler, birçokları Hamidiyeliler tarafından kaçırıldılar.(Böyle durumlarda Türklerin ve askerlerin de Hamidiyelilerin kılığına girip gizlendiklerini hatırlatmakta yarar görüyorum). Özetle saatçinin bana anlattığı şeyler inanılması çok güç, tarif edilemez ve ürpertici olaylardı. Tüm bunların yanında tabii ki para ve mal kayıpları da vardı.
Gördüklerim ve duyduklarım çok ürpertici olsa da hala yapmak istediklerimin en azından bir kısmın yapıp gidebilmeyi umuyordum. Dükkânlarını açanlar memnun gözüküyorlardı. Alışveriş yapanlar genelde barış yanlısı gibi görünüp tüm mahalleleri kontrol eden Kürtlerdi.
Şöyle böyle derken cuma günü de geçti ve cumartesi sabahı neredeyse tüm Hıristiyanlar mutluluk içerisinde kendi işleriyle uğraşıyorlardı. Cuma onlar için tehlikeli bir gündü. Türklerin camilerden daha kudurmuş olarak çıkacağını düşünüp korkuyorlardı. Cumartesi sabahı, Avrupa saatiyle saat 10 sularında hesaplarımı kontrol etmek için dükkâna döndüm, çünkü Abdullah bana o akşam borçlarını ödeyebileceği konusunda ümit vermişti ama ben hala böyle bir şey olabileceğine inanamıyordum.
Her neyse, ancak bir saat kadar işlerimle uğraşabilmiştim ki, iç burkan feryatlar ve cehennem bağrışları içinde kulaklarımı sağır eden silah sesleri duydum, yerimden fırladım ve kendimi sokağa attım. O an içimdeki duyguların korku mu yoksa merak mı olduğunu gerçekten de bilemiyorum. Doğru olan şu ki, o an düşünme yetimi kullanıyor olsaydım odama kapanıp hiçbir yere kımıldamam gerekecekti.
Dükkânın önünde hiç unutamayacağım çok korkunç bir olaya şahit oldum. Ermeniler farklı yönlerden kendilerine hançerlerle saldıran Türklerden kaçmaya çalışıyor, sokak başlarında pusuya yatmış Kürtler de onları tüfeklerle vurmaya çalışıyorlardı. Ölüler ve yaralananlar parçalanıyorlar, ya da tekmeler yiyerek son nefeslerini teslim ediyorlardı. Hiç kimseye acımak yoktu. Hayvanlaşmış cellâtlar çocuklarını annelerinin ya da babalarının kucaklarından alıp duvarlara ve yerlere vuruyorlardı. Bu çocuklar canlı macunlar gibi diğer insanların ayakları arasından akıp gidiyorlardı. Diğerleri kesilmiş ve kanlı kafaları kılıçlarının üzerine takmışlar ve bunları sallayarak sokaklar arasında dolaşıyorlardı.
Bazıları ise kasapların kancalarından asılmış hala canlı olan çocukların etlerine büyük bir soğukkanlılıkla saldırıyor ve parçalıyorlardı. Tüfeklerden çıkan mermilerle ya da kılıç darbeleriyle ölenler şanslı sayılırlardı.
Savaşa alışık olmayan halkların yüreğinde şefkat ve cesaret böyle zamanlarda sanki yerini korkuya bırakıyor ve insanların kendini koruma yetisi o kadar azalıyor ki, insan sanki bir eşyaya dönüşüyor. Urfa’daki Ermenilerin bu saldırılar karşısında içinde bulundukları durumu açıklayabilecek başka yol bulamıyorum. Katliamlar sırasında birçok çocuğu olan insanın saldırılar karşısında tüm sorumluluğunu unutup, sadece kendi hayatın kurtarmak için kaçtıklarına tanık olmuştum. Babaların, kocaların kendi karılarının çocuklarının arkasına saklandıklarını, genç delikanlıların, güçlü savaşçıların cellâtların önünde, hatta Kürt ve Türk çocukların önünde eğilip merhamet dileyip hayatlarını kurtarmaları için yalvardıklarını gördüm, oysa onları bir yumrukta yere devirip rahatlıkla silahlarını alabilirlerdi.
Bunların dışında cesur, borç duygusunun bilincinde çiçeği burnunda bir kız bana tartışılmaz ve unutulmayacak kanıtlar göstererek, kendi geldiği soyun eğer isterse bir kaplana dönüşebileceğini ve düşmanın korkutabileceğini söylemişti. Bu güçlü Ermeni kızı bir kapının önünde durmuş kendini uzun saplı bir baltayla korumaya çalışıyordu. Yirmiyi aşkın Türk ve Kürt, bu cesur kıza silahlarla ve kılıçlarla saldırmaya çalışıyordu. Ermeni kız hayranlık uyandıracak çeviklikteki hareketleriyle kendisine olanca güçleriyle saldıran düşmanlarının bir ikisi arasından kaçtıktan sonra, baltasını diğerlerinin kafasına indiriyordu. Kendisi, sırtını koruyan tek şey olan duvardan yarım adım ileri gittiğinde, katiller on adım geriye çekiliyorlardı. Ne yazık ki yalnızdı, zaten yere yığdığı bir kişinin ardından dört kişi saldırmaya başlıyorlardı.
Bu benzersiz kadın kahraman birçok kişiyi öldürmüştü ama artık yorgun düşmüş ve insanüstü bir gayretle etrafa ölüm saçmaya devam ediyordu ki, nereden geldiği belli olmayan bir kurşun alnına isabet edip onu yere yatırdı. İki dakika sonra bu muhteşem kadının vücudu paramparça olmuştu…
Belki de yanılıyorumdur bilemiyorum, ama gördüklerimden yola çıkarak şu kadarını söyleyebilirim ki, yaklaşık 20 cesur ve adanmış Ermeni bu mahalleyi yüzlerce katilden kurtarabilmeliydi. Bu genç kadın benim konuyla ilgili fikrimi gerçekten çok değiştirdi. Ben bugün eminim ki, eğer Ermeniler Avrupa ülkelerinin ayaklarını köleymiş gibi yalayacaklarına kendi hayallerini gerçeğe dönüştürmek için geri çekilmektense akıllıca ve ciddi bir şekilde kendilerini müdafaa etmeliydiler.
- Geri çekilmek ve kendini müdafaa etmek arasında ne fark var ki, diye sordu genç bayanlardan biri.
- Galiba Alfred B. öyküsünün içinde tam olarak o iki kelimeden ne anladığını söylemiş, dedi Doktor. Örneğin kendilerini kurtulurlar ümidiyle katillerin avucuna bırakanlar, geriye çekilmenin verdiği yanlış refleksle bir tek canlarından değil, aynı zamanda mallarından da oluyorlardı. Oysa cesur genç kadın sadece kendisini değil aynı zamanda farkında olmadan, düşmanları oyalayarak başkalarını da koruyordu. Savaş meydanında bile cesur bir grup asker düşman ordusuna karşı koyarak durdurabilir ve bunun sonucunda kendi vatandaşlarını daha onurlu bir şekilde temsil etmiş olur. Kanın kokusundan sarhoş olmuş, kudurmuş canilerin iştahı korkaklık karşısında daha da açılır. Cesurca yapılacak bir müdafaa böyle zamanlarda düşmanları yok edebilecek tek silahtır. Tüm bunlardan yola çıkarak şu sonuca varabiliriz, tek başına bir insan kendini iyi müdafaa edebilirse, tüm millet korunmuş, savunulmuş ve kurtulmuş olur.
- Zeytunluların Müdafaası, dedi Alfred P. Kendini müdafaanın en takdir edilir ve kurtarıcı yönünü gösteren bir kanıttır. Eğer bu cesur dağların çocukları da kendi diğer kandaşları gibi hükümetin cehennemden çıkmış kanlı planlarına katlansalardı, şüphesiz kendi tarihi şehirleri de gömülmemiş cesetlerden oluşan ve kalpsiz Çerkezin, göçebe Türkmenin ve hırsız Kürdün üzerinde katliamın yıl dönümünü kutlayacakları koca bir mezarlığa dönüşürdü.
- Tüm duyduklarımdan yola çıkarak şunu söylemek isterdim, dedi kadın, birlik ruhu galiba yok bu millettin içinde. Bu durumda bağımsızlık için ölüm kalım savaşı vermek ahmaklık, sonuçta birleşememek var. Acaba Ermenilerin büyük fikirleri ve idealleri olan devlet adamları yok mu?
- Benim bildiğim kadarıyla en ağır sorumluluklardan biri olan halkı bilgilendirme iki devrimci partinin eline geçmiş, diye cevap verdi Alfred P. Acı veren o ki, başta insanları bölüp, güvensizlik ve muhalefet duyguları aşılayanlar bu partiler oldular, oysa meydana halka sevgi ve birlik mesajları vermek için çıkmışlardı.
- Çok acı, çok, diye iç geçirdi kadın.
- Birlik ruhu, yani, kişinin kendi faydasını arkadaşlarının faydası içinde arama fikri ne yazık ki bu millette gelişemedi, dedi Doktor. Kendi tarihini çok iyi bilen Ermeni bir dostum bana, eski yıllardan beri bakanların, büyük bölgelerin yöneticilerinin, soylularının beraber hiçbir zaman ortakça bir iş yapamamasından bahsetmişti. Ermenistan Krallığı süresince ve yıkılış döneminde hiçbir Kralın, Krallığı ya da ülkeyi korumak için bir mücadele içine girmemiş. Her biri kendi sarayına çekilip kendi egemenliğindeki halkı yönetmeyi ve düşmandan korunmayı seçmiş. Tabii küçük ve güçsüz olmalarından dolayı bu düşmanlar da onları kolayca yok edebilmişler.
- Bugünkü devrimci oluşumlara dönecek olursak, dedi Alfred P. , hiç kuşkusuz ki, güçlü ve düzenli bir toplum için, toplumdaki gerçekleri ortaya çıkarılabilmesi için, sözün özü toplumun entelektüel ve ahlaki değerlerinin korunabilinmesi için, partiler barış zamanında da var olmalıdırlar. Fakat şu anda Ermenilerin durumu oldukça farklı, onların devrimci güçleri kendi aralarında birbirlerine karşı o kadar büyük bir mücadele içine girmiş durumdalar ki, bazen kendimi şu soruyu sormaktan alamıyorum. “Nedir bu adamların amacı, milleti kurtarmak mı, yoksa bu işte şahsi menfaat sağlamak mı?”. Bence onların bu ayrılıkçı görüşlerinden düşmanın faydalanmasından ziyade halkın kendi daha çok zarar görüyor. Yüzyıllar boyunca başkasının egemenliği altında ezilmiş bir halkı yarı uyanık, yarı uykuda bırakmak, insanlığın gelişen fikir ve hedeflerine karşı koymak sadece bize felakete götürebilir.
- Ama dedi kadın, bence Ermenilerin zarar görmesinin asıl sebebi cahillikleri ya da düşmana karşı koyamamaları değil, büyük devletlerin kendilerin gösterdiği vurdumduymazlıktı.
- Eğer milletlerden kastınız hükümetler değilse, sizinle aynı fikirde olmam imkânsız, dedi Alfred P. Benim milletlerden ve hükümetlerden ne anladığımı anlatırsam sanıyorum bu çok uzun sürer ve sıkıcı olur.
- Tüm bunlar iyi de, ben Bay Alfred’in hikâyenin neresinde kaldığını unutmasından korkuyorum dedi, genç bayanlardan biri. Ama her şeyden önce bayanın, kız kardeşimin ve beylerin izniyle, şu genç ve cesur kadının herhangi bir faydası olup olmadığını öğrenmek isterdim.
- Üç kişinin hayatını kurtardı, bayan, dedi Alfred B. Hasta annesinin, fakir ninesinin ve nişanlısının hayatlarını.
- Nişanlısının mı? Diye bir ağızdan hayretle sordular diğerleri.
- Babası ve zavallı ninesi evin anahtarlarını arayıp kızlarına yardım etmek istedikleri bir anda, evdeki fırının içine saklanmış titreyen nişanlısını…
- Sonra?
- Kapıyı açamadılar, çünkü anahtar da fırının içinde idi, kendisini kurtarmak için hiçbir yolu gözden kaçırmayan nişanlısının yanında…
Herkes hayretler içinde birbirinin yüzüne bakıyordu.
- Tüm bu olaylar nasıl son buldu, diye sordu genç kızlardan biri.
- Katiller, kahraman kız öldükten sonra evi terk ettiler ve barbarlıklarını başka yöne çevirdiler. Ama babası ve ninesinin kalbi bu olaya dayanamadı ve aynı gün onlar da öldüler. Nişanlısına gelirsek…
- Ya nişanlısı, diye sordular bir ağızdan.
- Zannedersem yurt dışına çıkmayı başardı ve orada kendisini devrimin önemli yüzlerinden biriymiş gibi tanıttı. Ve davulun sesini uzaktan duymaya alışmış bir grup devrimciler tarafından tapınılası biri oldu.
Uzun bir sessizlik oldu. Alfred B. Devam etti.
- Bu dayanılmaz olaylar karşısında kendimi o kadar kaybetmiştim ki, donup kalmışım, bu olaylar ne kadar sürdü, ben o evin önünde ne kadar kaldım, etrafımda dönüp duran zalimler nasıl bana zara vermediler, bilemiyorum.
Serseriler dağılıyorlardı. Bu çocuk katilleri kendilerine yeni kurbanlar bulamadıklarından dolayı uzaklaşıyorlardı. Katliam Ermenilerin baş kaldırdıkları yerlerde devam ediyordu.
Aniden birinin saçlarımı çektiğini hissettim, kafamı geriye doğru çevirirken korkudan bir çığlık attım. Dört hırsızın eline düşmüştüm, eğer uzaktan tanımadığım birileri “ Dokunmayın ona, Konsolostur o, doğduğunuza pişman eder sizi” diye bağırmasaydı bende diğer masumlarla aynı kaderi paylaşıyor olacaktım.
Bunu söyleyen adam bir taraftan da kafamdaki şapkayı göstererek kendini dediğini onaylatmaya çalışıyordu. Ne mutlu ki şapkam kafamdan düşmedi ve beni hemen serbest bıraktılar.
Kurtarıcım Abdullah elimden tutarak beni evine götürürken koca bir kan gölünün ortasından, ölülerin ve can çekişenlerin arasından geçiyorduk.
—Bu odada kal, ben gelene kadar da sakın buradan çıkma dedi Abdullah.
Hissizce kendimi yere attım.
Gözlerimi açtığımda mum ışığında Abdullah’ın yüzünü gördüm. Oldukça zengin bir sofrada yemek yiyordu. Uyandığımı görünce bana döndü.
—Uyudun, iyi de ettin, sabah şafakla şehri terk etmen gerekecek, dedi. Senin için bir at kiraladım ve Arap kıyafetleri bile ayarladım. Seni bugün kurtarabildim ama yarın için garanti veremem. Hükümet senin konsolos ya da yabancı uyruklu olmadığını biliyor, sadece suçlanan milletten değilsin. Hadi şimdi gel ve yemek ye.
Titreyerek masaya doğru gittim ama bir lokma yemek bile yiyemedim. Aklımdan geçen tek şey hayatım borçlu olduğum bu adamın dediği her şey yapmaktı.
Yemekten sonra Abdullah biraz dışarı çıktı ve hemen döndü, farklı paralarla bana olan tüm borcunu ödedi. Bir gün önce parası olmadığını ama bugün bana parayı ödemeye söz verdiğinden dolayı bu paraların kaynağını tahmin edebildim. Kuşkusuz bu kaynak, katliamın son noktası olan talandı. Çok sinirlenmiştim ama duygularımı belli etmek istemedim ve kapkaça uğramamak bahanesiyle bu paraları almamayı ve borcu ertelemeyi teklif ettim.
Sanki Abdullah ne hissettiğimi anladı ve gülümseyerek şöyle dedi.
—Sen bilirsin ama şunu anlamalısın ki, biz inançlı insanlar olarak Ermenilere tüm borçlarımızı ödeyerek görevimizi yerine getirdik ama onlar mal varlıklarına sahip çıkamadılar.
İyi akşamlar dileyerek beni yalnız bıraktı.
Öğlen olan iğrençlikleri düşünmekten ne uyuyabiliyor ne de dinlenebiliyordum…
Kaç saat sonra olduğunu hatırlamıyorum, silah sesleri duymaya başladım. Yaprak gibi titriyor ve bir taraftan da bu silah seslerinin sebebini arıyordum, çünkü kaldığımız yerde sadece Türkler yaşıyordu. Birden Abdullah geldi ve beni rahatlatmak için konuşmaya başladı.
—Öldürülenler birkaç “gavuru” kaçıran suçlu Türkler. Bak seni kurtarmak için kendimi nasıl tehlikeye attım. Bu dört Türk’ün cesedi şimdi Ermeni mahallesine götürülüyor. Oraya vardıklarında, onları Ermenilerin öldürüldüğünü söylenecekler.
Bu dünya üzerinde artık hiç bir şey yapmaya gönlüm yoktu, bir an önce şu lanetli şehirden kaçmak dışında…
Bölüm 5
Birdenbire evde bir telaş başladı. Ne olabileceği konusunda tahminler yapmaya çalışıyordum ki, odanın kapısı aniden açıldı ve içeri saçları dağınık, yalınayak bir kadın girdi. Kadının arkasında Abdullah vardı, bir taraftan bağırıyor bir taraftan da kadını kovalıyordu.
—Fatma, nedir bu yaptığın, diye bağırdı. Yüzün açık halde yabancıların karşısına çıkıyorsun.
—Bırak beni, çocuğum ölüyor, sen bana “namahremden” bahsediyorsun…
Kadın önümde diz çökmüş, birkaç aylık bir bebeği bana doğru uzatarak yalvarıyordu.
—Efendi, lütfen kurtar oğlumu…
Korkmuş ve şaşırmıştım. Tanımadığım bu kadının ne istediğine dair en ufak bir tahminim bile yoktu. Acaba bir kadının yüzünü açık gördüğüm için ne kadar suçlu sayılacaktım. Bu cüretimi belki de hayatımla ödeyecektim. Böyle bir olasılık çok yüksekti, çünkü bu günlerde bu şehirde benimle aynı dini inancı paylaşanlarının soluğu bir solucan ya da güve kadar bile önemli değildi.
Çok bitkin görünüyor olmalıydım ki, Abdullah bana bir bardak su uzattı.
—Korkma, iç bu suyu. Fatma benim karım senin de kardeşin sayılır,dedi.
O geceyi ve ertesi günü hala korkuyla hatırlıyorum. Sonsuza dek unutamayacağım bu 24 saat süresince o kadar çok korktum, heyecanlandım ve paniğe kapıldım ki hala nasıl çıldırmadığıma ve hayatta kaldığıma hayret ediyorum.
Kadın hala zayıf ve bitkin yüzüne ölüm sinmiş çocuğunu bana göstermeye devam ediyordu.
—Efendi, efendi kurtar yavrum, kurtar Osman’ımı. Ayağının öpeyim, ananın babanın rızasına kurtar yavrumu, diye yalvarıyordu.
—Kardeşim, ben doktor değilim, dedim.
—Ah, sen doktor değilsin, diyerek bir kereden ayağa fırladı.
Daha sonra sesi titreyerek.
—Osman’ım ölecek, ünlü Abdulhayat ölmemiş olsaydı kurtarırdı yavrumu, diğer çocuklarımı da o iyileştirdi, ama dün öldü.
Çocuğumun başında okuyacak hoca da kalmadı.
—Allah rahmet eylesin, dedi Abdullah.
Fatma soğumaya başlamış olan çocuğunun vücudunu gözyaşlarıyla yıkıyor, buseleriyle onu tekrar hayata döndürmeye çalışıyordu.
—Çocuğum ölecek, diye tekrar bağırdı Fatma.
—Allah nasıl isterse öyle olur, dedi derinlerden gelen bir ses.
Korkarak başımı sesin geldiği yöne çevirdim.
Konuşan koltuk değnekleriyle yürüyen, yaşlı, pörsümüş bir kadındı.
—Annem, dedi Abdullah ve hemen yaşlı kadının ellerini öpmeye çalıştı. Fakat kadın onu geriye itti.
—Uzağa, uzağa git dedi kadın iğrenerek, sen katilsin.
—Anne, dedi Abdullah titreyerek. Babamın mezarı üzerine yemin ederim ki, ellerim kanlı değil.
—Sence bu yeterli mi, dedi kadın sinirlenerek. Nerede kurtardığın ve evine aldığın genç kızlar, kadınlar, yaşlılar, hastalar, çocuklar. Gerçek bir iman sahibi gibi evini o zavallılar için korunak haline getirmeliydin. Baban olsa öyle yapardı. Biz sana böyle mi öğrettik, yardıma muhtaç bir tanıdığı, dostu silahlı insanlardan korumalıydın. Baban seninle nasıl iftihar edebilir? Bizim zamanımızda vatandaş olmanın, komşu olmanın getirdiği görevler sorumluluklar vardı, ekmeğin tuzun kutsallığı vardı. Ne yazık ki bu günleri ben de gördüm. Ben yakında ölürüm, ama şunu bilin ki Müslümanlık ne zaman ki adil olmaktan çıkar o zaman sonu gelmiş demektir.
Yaşlı kadın bir türlü rahatlayamıyordu.
—Bütün bunlar hükümdarınız emretti diye, gördünüz mü onu, hayır sadece biliyorsunuz. …İki günlük hükümdarın dediklerini yapacağınıza Allahın emirlerini niçin yerine getirmiyorsunuz. Suçluları yargılayın bir diyeceğim yok ama masumlardan ne istiyorsunuz. Bu kadar yaşlının, gencin, bebeğin günahı ne olabilir, hiçbirinin bir şeyden haberi yok. İmam Kuran yerine polisleri örnek alarak katliam çağrısı yapıyor. Siz okudunuz mu o kitabı, hayır. Peki, imamın sizi kandırdığını ya da yanıtlığını neden düşünemiyorsunuz. Siz ne kadar beceriksiz insanlarsınız ki, bu insanlardan korkup böyle işler içine giriyorsunuz.
Yaşlı kadın susmuştu.
—Ama ana, dedi Abdullah saygıyla, Nvart ve Gevorg…
—Nvart ve Gevorg, diye araya girdi yaşlı kadın, vahşi ayıların eline düşmüş koyunlar gibi birbirlerine sarılarak, ne olduğunu, nereye gittiklerini bilmeden buraya düştüler. Evet, Nvart ve Gevorg buradalar, ama vicdansız ve inançsız Müslümanlar onları yok etmek istediklerinde onları koruyacak mısın?
Daha sonra kapıya dönerek devam etti.
—İçeri gelin yavrularım, korkmayın, bu pörsümüş beden ve dişsiz kalmış ağız henüz kefene sarılı değil, sizin saçınıza bile dokunamazlar.
Bir an, kendimi unutarak kapıya doğru baktım.
Yaklaşık 16 yaşında bir genç kız, 6 yaşlarında bir çocuğun elini tutarak içeri girdi. Kızın gür ve bakımsız saçları belinden aşağı dökülüyordu. Asil ve siyah gözleri ağlamaktan şişmişti, sırtı kamburlaşmıştı. Adı Gevorg olan küçük oğlanın gözleri korkutan büyümüştü. Her ikisinin üzerinde de yırtık pırtık çaputlar vardı.
—Gelin yavrularım, ikinci ananızın kucağına gelin, dedi yaşlı kadın kol değnekleri atarak ve ellerini açarak. Korkmayın yaşlıyım ama yorgun kalbimin içinde sizi koruyacak analık duygularım hala tükenmiş değil. Artık anneniz babanız yok, Allahın eli üzerinizde olsun.
O an aklımdan ne geçtiğini tahmin edebiliyor musunuz acaba. O kadının iyi kalpli olduğundan ya da samimiyetinden hiç şüphem yoktu ama bu iki çocuğun da saatler sonra anne babalarıyla aynı kaderi paylaşacaklardı, belki Abdullah onları korumak için hayatını tehlikeye atacaktı…
Hasta çocuk birden sonu gelmeyen bir şekilde hıçkırmaya başladı. Bu iyi bir işaret olmasa gerekirdi.
—Nvart ve sen Gevorg, dedi yetimlere, siz içeri girer girmez çocuğum ses çıkarmaya başladı. Lütfen yavrumun iyileşmesi için siz de dua edin.
Genç kız ve oğlan şaşırıp kalmışlardı.
—Yavrularım, korkmayın dedi yaşlı kadın, kendi dilinizle kendi usullünüzce dua edin, belki tanrı sizin masum sesinizi duyar.
Çocuklar haç çıkardıktan sonra dizlerinin üzerlerini çökmüşlerdi ki, Türk bir genç gelip bağırmaya başladı.
—Fatma nine, anam gönderdi bunu ve dedi ki, eğer haşlar suyunu Osman’a içirirsen iyileşirmiş.
—Ver bakayım, neymiş, dedi yaşlı kadın.
Genç, kadının ellerine kırmızı beze sarılmış bir paket bıraktı ve şöyle dedi.
—Ana rahminden çıkarılmış bir gâvurun kalbidir.
Aynı anda Abdullah’ın karısı çığlık attı.
—Ah, Öldü Osman’ım.
Yaşlı kadın sesiz beddualar okuyarak paketi çocuğun yüzüne fırlatıyordu, küçük kız kardeşini kucaklamaya çalışıyor ve yavrusu daha yeni ölmüş ana çocuğunu göğsüne bastırıyordu ki, Abdullah elimden çekerek beni odadan dışarı çıkarmaya çalıştı.
—Çabuk gidin, kaybedecek vaktiniz yok, dedi.
Tabii ki, haklıydı. Her bir dakika beraberinde umulmadık şeyler getirebilirdi. Ben de bir an önce o “ ağıt alanından” uzaklaşmak , biran önce arkama bakmadan kaçmak istiyordum. Ama Gevorg ve Nvart’a baktığımda gidemiyordum, ölüm tehlikesi atlatmışlardı ve şimdi akbabaların arasında kalmış güvercinler gibiydiler. Aslında yanlarında onları koruyan bir kadın vardı, ama acaba bu kadın onlara biri saldırdığında bu çocukları nasıl koruyacaktı, neredeyse hareket edemez bir sakattı. Onları da yanımda götürmek istiyordum ve gözlerimi onları zavallı bedenlerinde alamıyordum.
Sanki kadın aklımdan geçenleri anlamıştı.
—Hıristiyan, dedi, sen geç kalarak kendi hayatını tehlikeye atıyorsun, Nvart ve Gevorg seninle gelemezler, onları kapıdan dışarı çıkarmamız, onları ölüme atmak demek şu an. Sen uzaklaş ve emin ol ki Allah benim canımı alana kadar onların kılına bile zarar gelmeyecek. Onlar benim çocuklar.
Kadın yaptığı açıklamalar kuşkusuz tartışılmazdı. Dolayısıyla istemeden de olsa, uzaklaşmaya başladım. Gün yeni ışıyordu. Abdullah üstüme zar zor uyan yeni kıyafetler getirdi. Evden çıktık, bavullarımı almak için dükkâna doğru yürümeye başladık. Yarı ölü sayılırdım, kırmızı paket kanımı dondurmuştu.
Ermeni mahallesine yaklaşıyorduk ki sessiz sakin yürüyen bir grup Yahudi gördük. Sanki bu yaptıklarına mecburlarmış, bu alınlarını yazısıymış gibi yaparak arkalarından ermeni cesetleri taşıyorlardı. Cesetlerin kafalarının kaldırımlara ve taşlara vurarak çıkardıkları sesler, kapıları ve pencereleri sökülmüş yağmalanmış Ermeni evlerin arasından ölüm sessizliğini yırtarak geçiyorlardı. Çoğu zaman katılaşmış kan göllerinin arasından geçerek yürüyorduk ve istemeden de olsa parçalanmış ceset parçalarına basıyorduk. Tam dükkâna yaklaşmıştık ki, korkunç sesler duydum ve kafamı sesin geldiği tarafa doğru çevirdim. Aklımı ve mantığımı bir anda yitirmeme yeterli bir olaydı karşılaştığım. Dün cinayetler işleyen bu vicdansız ve acımasız katiler, bugün mahallenin dışında, dükkâna çok bir yakın yerde çocuklara, genç kızlara ve kadınlara dayanılmaz işkenceler yapıyorlardı.
Kendimi daha fazla tutamadım ve tüm gücümle kaçmaya başladım.
Büyük ihtimalle Abdullah arkamdan geliyordu, çünkü şehirden çıkar çıkmaz biri eteğimden tuttu.
—Kaçarak çok büyük akılsızlık ettin, dedi, Allahtan gençler meşguldüler ve senin ne yaptığını fark etmediler, Yahudiler de seslerini çıkarmadılar. Bekle burada. Gidip birini bulayım, bavullarını getirsinler ve seni Diyarbakır’daki kervana yetiştirsinler.
Bir saat sonra karavana ulaşmıştık. Bu vahşetin son perdesi Urfa’daki Ermeni kilisesiydi. 8000 kişi kadın erkek denmeden devlet tarafından bu kiliseye doldurulmuş daha sonra Türkler ve Hamidiyeliler tarafından yakılmıştı.
Korku ve dehşetle ayrıldım bu katillerin ve vahşilerin yuvasından.
Alfred P hikâyesini bitirmişti.
Diğer gün psikolojik rahatsızlığı olan arkadaşımı İskenderiye’deki Ermeni oteline götürdüm. İki gün sonra çoktandır Marsel’de yaşayan akrabaları onu gelip alacaklardı.
SON
Urfa’daki bu olayı iki gün önce bana gönderilmiş iki mektubu aldığımda tekrar hatırladım. Birinin içinden Beyrut’un önemli okullarından birindeki ödül dağıtımı hakkında bir kitapçık vardı. Bu kitabın içinde altı mavi bir kalemle çizilmiş bir isim okudum. “Gevorg Khachoyan, yetim- Urfalı” ve arkasından kazandığı ödüllerin listesi.
Anlaşılan oydu ki, Urfalı yetim zeki ve çalışkan bir çocuktu. Bu da milletinin onurlu bir ferdi olacağı konusunda bana ümit verdi.
İkinci mektupta yazanı bir kelimesini bile atlamadan tercüme ediyorum.
“Beyrut, 8 Eylül 1901
Bay ve Bayan Habib P evlatları Alfred P’nin ve Nvart Khochoya’nın bu ayın 2’sinde gerçekleşen düğünlerini size bildirmekten onur duyarlar”
…Yaşlı kadın sözünü tutmuştu.
© Ermeni Soykırım Müzesi ve Enstitüsü Müdürü